1 .2 .3 .5 .6 .7 .8 .9 .10 .11 .12 .13 .14 .15 .16 .17 .18 .19 .20 .21 .22 .23 .24 .25 .26 .27 .28 .29 .30

Merkez, sağ ve sol kollardan oluşan ordu, savaş düzeninde kendine has taktiklere başvurarak, kendinden çok daha büyük orduları dahi bozguna uğratmayı bilmiştir. Düşmanın imhası ile kesin sonuç alınan bu savaş taktiği "bozkır taktiği", "turan taktiği" ve "bozkurt taktiği" gibi çeşitli adlarla tarihe geçmiştir. Sahte ricat ile düşman ordusunu merkezden uzaklaştırıp, pusuya düşürmeyi esas alan bu taktikte, sağ ve sol kollar düşman ordusunu bir hilâl içerisine alarak, imha eder. Bu taktik İslâm öncesinde olduğu gibi, İslâmî dönemde de başarıyla uygulanmıştır. Dandanakan Savaşında, Malazgirt Meydan Muharebesinde, Miryakefalon'da, Mohaç'ta ve hatta Başkomutanlık Meydan Muharebesi'nde bu taktik başarıyla tatbik edilmiştir. Türk devletlerinin kuruluşu ya da kurtuluşunda bu savaşların bir dönüm noktası olduğu gözden uzak tutulmamalıdır.
Yukarıda belirtildiği üzere Türk devletlerinde belirli devlet ve askerlik düzeninin pek fazla değişmediği
görülür. Bir devlet yıkıldıktan sonra yerine kurulan devlet hemen hemen aynı teşkilâtı devam
ettirmiştir. Çünkü Türklerde halk ile ordu düzeni aynı idi. Özellikle barış zamanında sivil ve askerî
diye bir ayırım yapılmamaktaydı. Bu sebepten ünlü kültür tarihçimiz Bahaeddin Ögel haklı olarak
Türklerde "halk ordu, ordu da halktır" demiştir. Dolayısıyla aynı halka, yani aynı kültür ve geleneğe
dayanan yeni Türk devletinde teşkilât özelliklerinin devam etmesi tabiîdir. Bütün Türk devletlerinde
ordu, halk ile iç içe girmiştir. Bir bölgeye sefer yapılacağı zaman sadece eli silâh tutan kişiler değil,
onların aileleri de sefere iştirak ederlerdi. Bu sebeple Göktürkler, kitabelerde yazdığı şekliyle,
fethedecekleri topraklara "süleyip konarlardı". Yani sadece "sü" (asker) göndermekle kalmazlar,
bunun yanında halkı o bölgeye "iskân" ederlerdi. Türk fetihlerinin kalıcı olması ve fethedilen
bölgelerin "Türkleşmesi" bu şekilde gerçekleşirdi. Yurt tutmayı amaçlayan "sülemek" ve
"kondurmak" siyaseti İslâmî dönemde de devam ettirilmiştir. "Gaza ve cihat" aşkıyla XI. yüzyıldan
itibaren Azerbaycan, Suriye ve Anadolu'ya giren Türkler, kendinden önceki bazı kavimler gibi, bu
bölgeleri işgal ve istilâ edip geri çekilmemişler, aksine kendileri için yeni bir yurt olduğu şuuruyla,
girdikleri toprakları mamur hâle getirmeyi hedeflemişlerdir.
Çadırlarıyla, arabalarıyla, çifti-çubuğuyla bütün bir millet, Anadolu'ya yerleşmiş, buraya kendi
kültürünün damgasını vurmuştur. Fethedilen bölgelerde uygulanan toprak sistemi, askerî olduğu
kadar, idarî ve sosyal bakımlardan da devlet ve milletin gelişip, güçlenmesine imkân sağlamıştır.
Türklerin İslâmî dönemde de büyük ve kalıcı imparatorluklar oluşturabilmesinde uygulanan toprak
sisteminin büyük önemi vardır. Selçuklu ve Osmanlı toprak sisteminin genel özelliklerini ortaya
koymak, bu devletlerin sosyal, idarî ve askerî yapısındaki değişme ve gelişmeleri takip edebilmemiz
açısından da oldukça önemlidir. Selçuklularda miri toprakların "ikta" yoluyla hizmet ehline verilmesi,
İslâm devletlerinde görülen bir uygulama olmakla birlikte, yukarıda belirtildiği gibi, Türklerin yaşayış
ve teşkilâtı göz önüne alındığında bu sistemde İslâm öncesi uygulamaların izleri de görülebilir.
Konargöçer Türk yaşayışında belirli yaylak ve kışlaklarda "yurt" tutan halk, Selçuklularda ve
Osmanlılarda görülen "ikta", "tımar" veya "yurtluk-ocaklık" sistemine pek de yabancı değildir. Bu
uygulamalar arasındaki farklar ise daha çok sosyal yaşantıdaki değişme ve gelişmelerle izah
edilebilir. Selçuklu "ikta" sisteminde hizmetleri karşılığında askerî ve sivil görevlilere verilen topraklar
oldukça büyük iken, feodal yapıyı kırmaya çalışan Osmanlılar "dirlik"leri küçük tutarak merkezi
yapıyı kuvvetlendirmişlerdir. Askerî sistemde de benzer değişiklikler, sosyal ve idarî yapının
gelişmesiyle izlenebilir. Haşer-kaşer sisteminden yaya-müsellem'e geçiş, yaya-müsellemden
"kapıkulu" ve timarlı sipahi'ye geçiş aslında bu açıdan ele alınmalıdır.
Selçuklular, hizmetleri karşılığı belirli toprakların gelirlerini alan ikta sahibi askerlerin yetersiz kaldığı
hâllerde, taşrada oturan veya konargöçer yaşayan kimseler arasından askerlik hizmeti için
yararlanmışlardır. Kimine göre "haşer-kaşer" denilen ve sultanın hassa askerî sayılan bu zümre,
"ulufe" alan maaşlı askerlerdir. Ancak bunların bütün zamanlarını askerliğe ayırmamaları, onları
profesyonel askerlerden ayırır. "Haşer ve kaşer"ler, taşrada tarım ve hayvancılıkla uğraşmakta,
ancak savaş zamanı seferlere katılmaktadır. Dolayısıyla, profesyonel olmayan bu sınıf, sefere
gitmedikleri zaman, "elli başı" veya "bölükbaşı" denilen görevliler tarafından belirli bir süre
eğitilmektedir. Neticede "haşer-kaşer", her ne kadar sultanın hassa birliği olarak taltif edilmişlerse
de, hizmetleri açısından "gönüllü asker" sayılmalıdır. Anadolu Beylikleri döneminde, hükümdarın atlı-
yaya kuvvetleri, beylerin sahip oldukları ikta dolayısıyla beslemek zorunda oldukları askerler, dirlik
sahibi sipahlar ve "çerik" denilen aşiret kuvvetleri, orduyu oluşturan belli başlı unsurlardı. Savaş
zamanında "gönüllü" adı ile birtakım kuvvetler de orduya katılmaktaydı ki, bunlar Anadolu
Selçuklularındaki "haşer-kaşer"lerle aynı statüye sahipti. Zaman içerisinde çerik denilen aşiret
kuvvetleri ve haşer kaşer denilen gönüllüler askerî sistem içerisinde güç kazanmışlardır. Osmanlı
Devletinin kuruluşunda "yaya-müsellem" adıyla daha da gelişen sistem, bu açıdan köklerini
Selçuklular ve beyliklerden alır.
Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Bey, Bizans'a ucunda giriştiği gaza ve cihatlarda, fetih sonrası
tımar tevcih edeceği Türkmen kuvvetleri ile Anadolu Selçuklularında haşer kaşer diye bilinen çift
çubuk sahipleri ve ahi gençleri (feteyan) gibi gönüllülerden faydalanmıştır. Söğüt, Bilecik,
Karacahisar, Eskişehir civarındaki köy ve çiftliklerde tarım ve hayvancılıkla uğraşan kır kesimi yoğun
biçimde savaşlarda ve fetihlerde rol almıştır. Dolayısıyla bunlar bir nev'i hükümdarın hassa ordusu
görevini görmüş ve bu görevleri karşılığında ise belirli gelirlere sahip olmuşlardır. Orhan Bey
zamanında fetihlerin artması, idarî, malî ve askerî düzenlemeleri zorunlu hale getirmiştir. Savaş
zamanında Orhan Bey'in yanında yer alan bu gönüllü gençler, o sırada vezir olan Alaaddin Paşa'nın
önerisiyle tanzim edilir. Sivillerden ayrılabilmesi için, bunlar başlarına "ak börk" giyerler. Fetihlerden
sonra tımar alanlar ise "kırmızı börk" giymeye başlarlar.
Köylü çiftçi gönüllülerin ve Türkmen kuvvetlerinin sürekli askerliğe geçişleri için, onların gönüllü
olmaktan çıkarılması ve verdikleri hizmete karşılık belirli vergilerden muaf tutulmaları gerekli idi.
Çandarlı Halil Paşa, kendilerine "çiftlik" verilmeleri karşılığında, bu grubu düzenli asker statüsüne
sokmayı başarmıştır. Nitekim bu düzenlemeden sonra pek çok kişi "yaya" yazılmak üzere
başvurmuştur. İdris-i Bitlisi'ye göre yayalar 10, 100 ve 1000 kişiye göre tanzim edilip, başlarına bir
görevli getirilmiştir. Yayalar piyade olarak, müsellemler ise atlı olarak hizmet görmüşlerdir.
Çiflik gelirlerinin büyüklüğüne göre yayanın dışında, umumiyetle kendi ailesinden olan "yamak"
beslemek yolu ile sefere eşmişlerdir. Batı Anadolu ve Rumeli'nin fethinde önemli roller oynayan yaya
ve müsellemler zaman içerisinde önemlerini kaybedeceklerdir. Çünkü çiftini çubuğunu bırakarak,
uzun seferlere çıkmak, hem kendileri için hem de devletin fetih siyaseti için uygun düşmemektedir.
Nitekim padişahın hassa ordusu içerisinde müsellemlerin yerini "sipah" zümresi, yayaların yerini ise
"azab" zümresi alarak, kapıkulu askerlerinin temeli atılacaktır. Bu zümrelerin güçlenmesi yaya ve
müsellemlerin fonksiyonlarını ikinci plâna atmış, Osmanlı devletinin fetih amaçlı savaşlarında,
belirleyici bir unsur olma özelliklerini kaybetmelerine yol açmıştır.
Görüldüğü gibi, Selçuklu devrinden, Osmanlı kuruluş dönemine kadar, Anadolu ve Rumeli'nin
Türkleşmesinde gönüllü diyebileceğimiz "haşer-kaşer" veya "yaya-müsellem"ler, Göktürklerdeki
"sülemek-kondurmak" siyasetini, bu devirlerde de uygulamışlardır. Osmanlı Devleti'nin bir cihan
imparatorluğu hâline geldiği yıllarda ise, Selçuklu "ikta"sının daha gelişmiş şekli olan "dirlik" (tımar)
uygulaması ön plâna çıkacaktır. Savaş ve fetihlerde yararlık gösteren sipahilere, belirli toprakların
gelirinin verilmesini esas alan "dirlik"ler, XVII. yüzyıla kadar, Osmanlı idarî, mali ve askerî yapısının
temelini oluşturmuştur. Dirlikler, liyakat ve görev esasına göre üç kısma ayrılırdı.
20 bin akçaya kadar olan vergi gelirleri "tımar", 100 bin akçaya kadar ki gelirler "zeamet" ve 100
binden fazlası ise "has" adıyla kaydedilirdi. Dirlik sahipleri umumiyetle her 5 bin akça için bir
"cebelü", yani donanımlı asker beslemek ve savaş zamanı onlarla birlikte sefere "eşmek"
zorundaydı. Fethedilen topraklar büyüdükçe, yeni tımar tevcihleri yapılarak, asker sayısı hızla artıyor
ve böylece, hem askerî hem malî hem de idarî açıdan Osmanlı devleti güçleniyordu. Osmanlı
ülkesinin büyük bir bölümü tımar sistemi içinde yer aldığından, idarî yapının esasında da toprak
tasarruf şekilleri belirleyici unsur olmuştur.
Osmanlı Devleti esas olarak güçlü bir merkezi yapıya sahip olmakla birlikte, yerinde yönetim güzel
bir şekilde uygulanmıştır. Tabandan tavana yükselen bir piramit oluşturan taşra teşkilâtında
köylerden eyaletlere uzanan bir idarî bütünlük görülür. Aynı zamanda müstakil vergi birimleri olan
mezraa ve köyler bir araya gelerek "nahiye"yi, nahiyeler "kaza"yı, kazalar ise "sancak"ı oluşturur.
Sancaklar ise "beylerbeyilik" veya "eyalet" denilen üst idarî yapılara bağlanır. Başlangıçta sadece
askerî görevli olarak görülen fakat daha sonra hem askerî hem de idarî açıdan görevler üstlenen dirlik
sahipleri, bu idarî ünitelerin yöneticileridir. Timar sistemine göre "ehl-i seyf" (askerî kesim)
umumiyetle nahiye ve kazalarda "sübaşı", sancaklarda "sancak beyi" ve eyaletlerde "beylerbeyi"
adıyla liyakat ve vazifelerine göre dirlik alırlar.
Ehl-i ilm (ilim sahibi) olanlar ise kaza ve sancak merkezlerinde "kadılık" görevini üstlenirler.
Anadolu ve Rumeli kadılıklarına bağlı olan kadılar, Osmanlı hukukunu bulundukları bölgede
uygulamakla yükümlü en üst sivil görevlilerdir. Onlar da rütbe ve derecelerine göre "yevmiye" alırlar.
Burada Osmanlı askerî ve idarî yapısının tamamını değil sadece bir bölümünü ele aldık. Çünkü
Osmanlı Devleti'nin bir cihan devleti hâline gelmesinde bu sistem hayatî bir rol oynamıştır. XVI.
yüzyıldan sonra fetihlerin durması, dirlik sisteminin bozulmaya başlaması, devleti sarsmaya başlar.
Buna rağmen Osmanlı Devleti üç yüzyıl daha iyi kötü varlığını devam ettirir. Şüphesiz devleti uzun
müddet ayakta tutmaya yeten gücün ardında, köklü Türk kültürü ve devlet anlayışı yatar. Osmanlı
Devleti, uzun müddet Türk töresini ve anlayışını, çağının şartlarına uygun olarak geliştirerek
korumasını bilmiştir. Bu anlayıştan uzaklaşılması ve kurtuluş çarelerinin yanlış yerlerde aranması
devletin sonu olmuştur.

1 .2 .3 .5 .6 .7 .8 .9 .10 .11 .12 .13 .14 .15 .16 .17 .18 .19 .20 .21 .22 .23 .24 .25 .26 .27 .28 .29 .30